Wassily Kandinsky soyut sanatın öncüsü olarak renklerin müziğini tuvale taşıyan bir sanat dehasıydı. Sanatında renklerin ve formların ruhsal titreşimlerini keşfetmek için yaptığı çığır açan çalışmalarıyla tanınıyor.
Wassily Kandinsky Soyut Sanatın Öncüsü Kimdir?
Wassily Kandinsky, 1866 yılında Moskova’da dünyaya gelen ve kültürel çeşitlilik barındıran bir burjuva ailesinin çocuğuydu. Babası Sibirya’dan bir çay tüccarı, annesi ise Moğol aristokrasisine mensuptu. Kandinsky, resim dünyasına adım atmadan önce hukuk eğitimi aldı ve Moskova Üniversitesi’nde hukuk profesörü olarak görev yaptı.
“Renk, psişik bir titreşim uyandırır. Renk, her ne kadar bilinmeyen ama gerçek bir güç barındırır ve bu güç insan bedeninin her parçası üzerinde etkili olur.”_WASSILY Kandinsky
Kaderini değiştiren an ise 1896 yılında Monet’nin ‘Saman Yığınları’ serisinden bir tabloyu bir sergide görmesiyle başladı. Bu tablo karşısında büyülenen Wassily Kandinsky, renklerin dünya formlarını çözerek bir renk cümbüşüne dönüştüğünü fark etti ve bu durum onun sanat kariyerine yön vermesine neden oldu.
Wassily Kandinsky Soyut Sanatın Öncüsü Münih’e Taşınıyor
Aynı yıl, 30 yaşında hukuk kariyerini geride bırakarak Münih’e taşındı ve sanat eğitimine başladı. İlk dönemlerinde İzlenimcilik ve Jugendstil (Almanya’da Art Nouveau’ya denk gelen stil) akımlarına ilgi duyarak bu tarzları benimsedi.
Avrupa’nın farklı yerlerine yaptığı seyahatler sonrasında Kandinsky, sevgilisi Gabriele Münter ile birlikte Alpler’in eteklerindeki Murnau kasabasına yerleşti. Bu dönemde yaptığı Murnau: Ansicht mit Burg, Kirche und Eisenbahn (1909), Murnau: Strasse (1908) ve Herbstlandschaft mit Baum (1910) gibi eserleri önemli bir gelişim gösteriyordu. Bu eserler, Henri Matisse ve Fovizm akımından etkilenmiş olmanın yanı sıra, Kandinsky’nin yerel kasaba manzaralarını basit geometrik şekillere indirgeme yönündeki ilerlemesini de yansıtıyordu.
“Resim, farklı dünyaların çarpışarak birbirleriyle mücadele ettiği bir gök gürültüsü gibidir ve bu mücadeleden yeni bir dünya yaratmayı amaçlar; bu yeni dünya ise sanat eseridir.”_Wassily Kandinsky
1911’de Kandinsky, Münter, Franz Marc ve birkaç sanatçıyla birlikte ‘Der Blaue Reiter’ (Mavi Süvari) adlı bir grup kurdu. Grup, adını Kandinsky’nin Der Blaue Reiter (1903) adlı tablosundan alıyordu. Bu grup Münih’te sergiler açtıktan sonra, Berlin’de Herwarth Walden’in Der Sturm galerisinde de eserlerini sergiledi. Walden, Kandinsky’nin eserlerine o kadar hayran kalmıştı ki, 1912’de sanatçının ilk kişisel sergisini açmasına öncülük etti.
Soyut Sanatın Öncüsü Wassily Kandinsky’nin Müziğe Olan Tutkunluğu da Onun Sanat Anlayışını Derinden Etkiledi.
Şu sözleri müzik ve sanatın harmonisini ne güzel özetliyor:
“Renkleri duyuşumuz o kadar kesindir ki… Renk, ruh üzerinde doğrudan bir etki yaratmanın bir yoludur. Renk, klavyedir. Göz, çekiçtir. Ruh ise birçok teli olan piyanodur. Sanatçı, ruhu kasıtlı olarak bu ya da şu tuşa basarak titreten eldir. Böylece, renklerin uyumunun yalnızca insan ruhuna bilinçli bir şekilde dokunma ilkesine dayanabileceği açıktır.”
Richard Wagner ve Alfred Schoenberg gibi besteciler favorileri arasındaydı ve resim ile müzik arasında güçlü bir bağ olduğuna inanıyordu. Bu doğrultuda, ‘Kompozisyonlar’, ‘İmprovizasyonlar’ ve ‘İzlenimler’ başlıklı üç kategoriye ayırdığı resimlerine müzikten ilham alarak isimler verdi.
Wassily Kandinsky’nin en ünlü eseri, genellikle “Composition VII” (Kompozisyon VII) olarak kabul edilir. 1913 yılında yaptığı bu eser, soyut sanatın zirvesi olarak görülür ve sanat tarihçileri tarafından en karmaşık ve etkileyici çalışması olarak nitelendirilir.
Kandinsky, bu eserinde tamamen soyut formlarla ve parlak renklerle bir kaos ve düzen dengesi yaratmıştır. Eserde belirgin bir nesnel anlatım olmamakla birlikte, Kandinsky’nin doğayı, duyguları ve müziği resme dönüştürme çabası gözlemlenebilir. Sanatçı, bu tabloda ritmik ve müzikal bir enerjiyle saf soyutlama yaratmıştır.
“Composition VII”, Kandinsky’nin sanatta duygu ve anlam yaratmanın sadece figüratif ya da nesnel tasvirlerle sınırlı olmadığını, renkler ve şekiller aracılığıyla da ifade edilebileceğini ortaya koyan önemli bir yapıttır.
Bu eser, Kandinsky’nin müziği resimle birleştirme amacının da başarılı bir örneğidir.
Wassily Kandinsky Birinci Dünya Savaşı’nın Patlak Vermesiyle Kandinsky Rusya’ya Geri Döndü.
Burada Alexander Rodchenko gibi Rus Konstrüktivistlerle yakın ilişkiler kurdu. Ancak 1921’de Bolşevik rejimi terk ederek Almanya’ya döndü ve Bauhaus’ta ders vermeye başladı. On White II (1923) ve Development in Brown (1933) gibi eserlerinde geometrik soyutlamanın mistik doğasını keşfetmeye devam etti.
1933’te Nazi rejiminin baskıları sonucunda Bauhaus kapandı ve Kandinsky Paris’e taşındı. 1939’da Fransız vatandaşlığına geçtiği bu dönemde sanatında yeni ve cesur bir yön benimsedi; biyomorfik şekillere dayalı, daha oyunbaz ve geometrik olmayan formlar kullanmaya başladı. Mikroskop altında incelediği embriyolar, larvalar, planktonlar ve diğer mikroskobik yaşam formları eserlerine ilham kaynağı oldu.
Paris’te geçirdiği bu verimli dönemde, Kandinsky 144 yağlı boya tablo ve 250 kadar suluboya ile guaj çalışması üretti. 1944 yılında, 77 yaşında Neuilly-sur-Seine’de hayatını kaybetti.
Wassily Kandinsky, sanat dünyasına kazandırdığı özgün eserlerle soyut sanatın en önemli isimlerinden biri olarak tarihe geçti. Farklı kültürel ve sanatsal etkileri bir araya getirerek, resim ve müziği eşsiz bir uyum içinde sunan Kandinsky, sadece formları değil, aynı zamanda renklerin ve şekillerin de birer anlatı aracı olduğunu kanıtladı. Eserleri, sanatın ötesinde bir ruhsal derinliğe ulaşmayı hedefleyen bir yolculuğun simgesi oldu ve modern sanatın gelişimine büyük katkı sağladı. Soyut sanatın bu büyük ustası, sanatseverlere halen ilham vermeye devam ediyor.